İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

YARGI SİSTEMİNE EGEMEN OLAN İLKELER

YARGI SİSTEMİNE EGEMEN OLAN İLKELER

Anayasamızın 9. maddesine göre “yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır”, 138. madde ise “hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar” demektedir. Tüm yargı organları görevlerini yerine getirirken bağımsız ve tarafsız hareket etmeleri gerekmektedir. Tarafsızlık muhakeme sujelerine eşit mesafede olma, birini lehine ya da aleyhine kayırmacı tavırda bulunmama anlamına gelmektedir. Bağımsızlık ise hakimlerin görevini yaparken hiçbir kişi ya da kurumdan emir almaması anlamına gelmektedir.

  1. Bağımsızlık ve Tarafsızlık

Anayasa m. 2’ye göre Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Hukuk devleti çeşitli yapıcı unsurlardan oluşmaktadır ve bu yapıcı unsurlardan belki de en önemlileri bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önünde yargılanma hakkıdır.

Anayasa m. 9’a göre yargı yetkisi Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. ‘Mahkemelerin Bağımsızlığı’ başlıklı Anayasa m. 138’e göre; ‘Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.

Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz. Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.’ Görüldüğü üzere madde başlığında her ne kadar mahkemelerin bağımsızlığı yazmakta ise de aslında içerik hâkimlerin bağımsızlığı ile ilgilidir. Hâkimler hukuka ve vicdani kanaatlerine göre karar verir. Adalete güvenin sağlanması, adil kararlara ulaşma ancak etki, baskı ve yönlendirmelerden uzak hâkimler tarafından verilebilir.

Mahkeme ve hâkim idari işlem ve faaliyetlerinde emir ve talimatlara uymak zorundadır. Bağımsızlık sadece uyuşmazlıkları çözme yani yargılama faaliyetleri ile sınırlıdır.

Hâkimlerin bağımsızlığından söz edebilmek için yasama ve yürütmenin yanı sıra diğer mahkemelere karşı da korunmalıdır. İlk derece, Bölge Adliye Mahkemesi ve Yargıtay şeklinde yapılanma birinin diğerine emir ve talimat verme yetkisi vermez.

Bağımsız mahkeme ve hâkim ilkelerinin kağıt üstünde kalmaması, işlerlik kazanması için diğer bir önemli husus yargı makamlarınca verilen kararların, verildiği şekilde yani değiştirilmeksizin uygulanmasıdır. Yargı kararlarının yerine getirilmemesi aynı zamanda suçtur.

Hâkimlerin bağımsızlığının sağlanması için Anayasa m. 138’de düzenlemeler yer almakla beraber bunlar yeterli değildir. Çünkü hâkimler görevleriyle ilgili doğrudan baskıların yanı sıra atanma, yükselme, görevden alınma, yer değiştirme, maaş, emeklilik gibi özlük hakları nedeniyle dolaylı baskıya da maruz kalabilirler. Bu nedenle Anayasa m. 138, m. 139 ve 140 ile birlikte değerlendirilmelidir. ‘Hâkimlik ve savcılık talimatı’ başlığını içeren Anayasa m. 139’a göre ‘ Hâkimler ve savcılar azlolunamaz, kendileri istemedikçe Anayasada gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamaz; bir mahkemenin veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa, aylık, ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun kılınamaz. Meslekten çıkarılmayı gerektiren bir suçtan dolayı hüküm giymiş olanlar, görevini sağlık bakımından yerine getiremeyeceği kesin olarak anlaşılanlar veya meslekte kalmalarının uygun olmadığına karar verilenler hakkında kanundaki istisnalar saklıdır.’  ‘Hâkimlik ve savcılık mesleği’ başlığını içeren Anayasa m. 140’a göre ‘Hâkimler ve savcılar adli ve idari yargı hâkim ve savcıları olarak görev yaparlar. Bu görevler meslekten hâkim ve savcılar eliyle yürütülür. Hâkimler, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre görev ifa ederler. Hâkim ve savcıların nitelikleri, atanmaları, hakları ve ödevleri, aylık ve ödenekleri, meslekte ilerlemeleri, görevlerinin ve görev yerlerinin geçici veya sürekli olarak değiştirilmesi, haklarında disiplin kovuşturması açılması ve disiplin cezası verilmesi, görevleriyle ilgili veya görevleri sırasında işledikleri suçlarından dolayı soruşturma yapılması ve yargılanmalarına karar verilmesi, meslekten çıkarmayı gerektiren suçluluk veya yetersizlik halleri ve meslek içi eğitimleri ile diğer özlük işleri mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenlenir.’

Tüm bu düzenlemeleri birlikte değerlendirdiğimizde bir mahkemenin bağımsızlığını araştırırken, üyelerinin atanma ve görevden alınma usulüne, görev süresine, üyelere emir verme yetkisine sahip bir makamın bulunup bulunmadığına, üyelerin her türlü etkiden korunmasını sağlayacak önlemlerin alınıp alınmadığına ve mahkemelerin genel olarak bağımsız bir görünüm verip vermediğine bakılacaktır.

Bağımsızlık ve tarafsızlık birbiriyle bağlantılı görülse de farklı kavramlardır. Tarafsızlık mahkemenin veya mahkeme üyelerinin bazılarının taraflar düzeyinde onların leh veya aleyhlerine bir duygu ya da çıkara sahip olmaması demektir. Subjektif tarafsızlık, mahkeme üyesi hâkimin kişisel tarafsızlığını ifade eder ve aksi sabit oluncaya dek var sayılır. Objektif tarafsızlık ise kurum olarak mahkemenin kişide bıraktığı izlenim yani hak arayanlara güven veren tarafsız bir görünüme sahip olmasıdır.

  1. Hâkimlik Teminatı

Hâkimlik teminatı, hâkimlerin bağımsızlığını tam olarak gerçekleştirebilmek, her türlü maddî ve manevî baskıdan uzak olarak, huzur ve sükun içinde görev yapabilmeleri için tanınan kişisel güvencelerdir. ‘Hukuk Devletinde sıkı sıkıya bağlanılan mahkemelerin bağımsızlığı ve başlıca ögesi olan hakimlik teminatı ilkeleri kişilerin, mahkemelerin genellikle hiçbir etki, özellikle yürütmenin etkisi altında kalmaksızın tam yansız olarak görevini yerine getireceklerinden emin olmaları, mahkemelere, hakimlere güvenmeleri, inanmaları, bu yönden herhangi bir yargı, tedirginlik içinde kalmamaları için benimsenmiş bir düzenin temelini oluşturur. Bu düzeni aksatacak veya kişilerde düzenin iyi işleyeceği kuşkusunu uyandırabilecek yöntemlerin o düzende yeri olmamak gerekir.’ (AY. Mah. 10.1.1974, E. 972/49, K. 974/1, AMKD. c: 12, s.29)

Çatışan menfaatler hususunda soyut hukuk kurallarını somut vakaya uygulayıp, vicdani kanaatine göre karar verecek hakim, bu görevini yerine getirirken tarafsızlık ve bağımsızlığa uygun bir tavır takınmak zorundadır. Hakimin tarafsızlık ve bağımsızlığını sağlayacak en önemli güvencelerden biri de hakimin mesleğinde ilerleme, maddi menfaatlerini koruma ve özlük haklarını sağlayıcı güvencelerin sağlanmasıdır. Hakimlik güvencesi hakimlere tanınan bir ayrıcalık değil, halk için kabul edilmiş bir ilke niteliğindedir. Hakimin yasama, yürütme ve hatta yargıya karşı bağımsızlığının sağlanması için Anayasamızda düzenlemeler yer almaktadır. Bu düzenlemelerin önemli bir kısmı mali kaynakları elinde tutan, harcayan, personel rejimini takip eden, kamu otoritesini en yoğun kullanan erk olan yürütmeye yöneliktir.

Gerek öğretide ve gerekse anayasalarda hakimlik teminatının kapsamı içerisinde; hakimlerin azledilememesi, emekliye sevk edilememeleri, rızaları dışında görevlerinin değiştirilememesi, aylık ve ödeneklerinden yoksun kılınamamaları[1], başka hiçbir görev yapamamaları, görülmekte olan bir dava dolayısıyla yasama meclislerinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaması ve görüşme yapılamamasına yer verilmektedir. Nitekim anayasamızda da, hâkimlerin ve savcıların azlolunamayacağı, kendileri istemedikçe anayasada gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamayacakları; bir mahkemenin veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa aylık, ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun kılınamayacakları düzenlemelerine yer verilmiştir. Yapılan bu düzenlemelerle, hakim ve savcıların baskı guruplarına karşı bağımsız olabilmeleri konusunda güvence sağlanmak istenmiştir. Diğer yandan, meslekten çıkarılmayı gerektiren bir suçtan dolayı hüküm giymiş olan, görevini sağlık bakımından yerine getiremeyeceği kesin olarak anlaşılan veya meslekte kalmasının uygun olmadığına karar verilen hakim ve savcılar bu güvencelerden yerinde olarak istisna tutulmuştur.

Hakimin teminatı konusunda en tartışmalı nokta askeri yargıçlar hususundadır. AİHM’nin bu konuda ilgili kararına bakıldığında, askeri yargıçların, yürütmenin emrindeki orduya, askeri disiplin ve sicil değerlendirmesine tabi oldukları; terfi etmek için hem idari hem de yargısal üstlerinin olumlu sicil notuna ihtiyaç duydukları; atanmalarıyla ilgili kararlar, idari makamlar ve ordu tarafından alındığı için mahkemelerin bağımsızlık ve tarafsızlıklarıyla ilgili endişelerin nesnel olarak mazur görülebileceğini belirtmektedir.(AİHM’nin 25 Eylül 2001 tarihli, Kızılöz-Türkiye davası –başvuru no: 32962/96)

Hakimin teminatı konusunda ülkemizde en tartışmalı hususlardan bir diğeri de Hakimler ve Savcılar Kurulunun yapısı ve yetkileridir. Anayasa’nın 159. maddesindeki düzenlemeye göre bu kurul mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esasına göre kurulur ve görev yapar. Yirmi iki asıl ve on iki yedek üyeden oluşan kurulun başının Adalet Bakanı ve tabii üyesinin Adalet Bakanının Müsteşarının olması ve Cumhurbaşkanının bu kurula dört üye atayabilmesi hususu yürütmenin yargıya müdahalesi olarak belirtilmekte, bu düzenlemenin hakimlerin bağımsızlığına tehdit teşkil ettiği ileri sürülmektedir. Kurulun adlî ve idarî yargı hâkim ve savcılarını mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapması; Adalet Bakanlığının, bir mahkemenin kaldırılması veya yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlaması bunun yanı sıra hâkim ve savcıların görevlerini; kanun, tüzük, yönetmeliklere ve genelgelere (hâkimler için idarî nitelikteki genelgelere) uygun olarak yapıp yapmadıklarını denetleme; görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında suç işleyip işlemediklerini, hal ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırma ve gerektiğinde haklarında inceleme ve soruşturma işlemleri, ilgili dairenin teklifi ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanının oluru ile Kurul müfettişlerine yaptırması ve kurulun meslekten çıkarma cezasına ilişkin olanlar dışındaki kararlarına karşı yargı mercilerine başvurulamaması hususu dikkate alındığında Hakimler ve Savcılar Kurulunun hakimler üzerinde önemli yetkileri olduğu açıktır. Bu nedenle kurulun yapısı üzerinde yürütmeye ait kişilerin bulunmasının hakim güvencesini zedeleyeceği ileri sürülmektedir.

Hakimler hakkında ne konularda teminatın bulunduğundan bahsetmişken kısaca hangi konularda güvencesi olmadığına da değinebiliriz. İlk olarak, hakimlerin coğrafi teminatının olmadığını belirtebiliriz. Azledilme, süresinden önce emekliye sevk ve yeterli maaş konusunda herhangi bir sorun olmamasına karşın, hakimlerin coğrafi eşitsizliklerin önemli bir şekilde belirgin olduğu ülkemizde görev yaptığı şehre nazaran daha ücra, imkanların kıt olduğu ya da güvenlik sorunun yaşandığı bir şehre tayin tehditi hakimler üzerinde baskı oluşturabilir. Bu nedenle bu konularda hakimin muvafakatinin alınması gerektiği görüşü ileri sürülmektedir. Fakat Anayasa’da bu konuda hakimin muvafakati ya da görüşünün alınması gerektiğine dair bir düzenlemeye yer verilmemiştir.

İkinci olarak hakimlerin savcılık sınıfına atanmamaya ilişkin bir güvencesinin olmayışı da bağımsızlıklarına gölge düşüreceği ileri sürülmektedir. Hakimler ve Savcılar Kanununa göre hakimin rızası alınmadan savcılığa atanması mümkündür ve bu nedenle hakimlerin diğer kurumlara karşı olduğu gibi bu Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna karşı da bağımsızlıklarının sağlanması gerektiği doktrinde ileri sürülmektedir.

Tüm bu eleştirilere karşılık olarak da özellikle Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda Adalet Bakanı ve Müsteşarın varlığına rağmen kurulun diğer üyelerinin bağımsız hakimlerden oluştuğu; Adalet Bakanının ülkenin adalet politikasının genel gidişatından ve adalet hizmetlerinin iyi işlemesinden sorumlu olduğu ve bu hususlarda bir aksaklık söz konusu ise bunun hesabını bağımsız hakimler değil, adalet bakanı vereceğinden hareketle kurulda Adalet Bakanının varlığının gerekliliği ve yerindeliği ileri sürülmektedir. Karşılaştırmalı hukuka baktığımızda, örneğin Fransa’da Hâkimlik Yüksek Konseyi  (Conseil supéreur de la Magistrature), biri hâkimler (magistrats du siège), diğeri savcılar (magistrats du parquet) konusunda yetkili olan iki kuruldan (formation) oluşmaktadır.

  1. Doğal Hakim

Hukuk devleti, tarafsız ve bağımsız hâkim ve mahkemelerden bahsetmişken kanuni hâkim (doğal hâkim) güvencesine de kısaca değinmek gerekir. Anayasa’nın 37. maddesine göre ‘Hiç kimse kanunen tâbi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tâbi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz’. Bu maddeye göre mahkemelerin hangi suçlara bakacağı önceden kanunla ve kesin olarak belirtilmelidir. Kimse suçu işledikten sonra kurulan bir mahkemede yargılanamaz. Anayasa Mahkemesi’nin 1963/71 sayılı kararına göre doğal hâkim genel olarak ve herkes için kurulmuş, görev ve yetkileri kanunla belli edilmiş mahkemelerdir. Suç işlendikten sonra, belli kişileri ya da suçları yargılamak için kurulmuş mahkemeler olağanüstü mahkemelerdir ve bunlar kanuni (doğal hâkim) güvencesine aykırılık teşkil eder. Yine Anayasa Mahkemesi’nin 20 Ekim 1990 tarih ve 1990/30 sayılı kararına göre: “Hukuk devletinde yasal yargıç (kanunî hâkim), doğal yargıç (tabiî hâkim) olarak anlaşılmalıdır. Doğal yargıç kavramı ise, dar anlamda, suçun işlenmesinden veya çekişmenin doğmasından önce davayı görecek yargı yerini yasanın belirlemesi diye tanımlanmaktadır. Başka bir anlatımla, doğal yargıç ilkesi, yargılama makamlarının suçun işlenmesinden veya çekişmenin meydana gelmesinden sonra kurulmasına veya yargıçların atanmasına engel oluşturur; sanığa veya davanın yanlarına göre yargıç atanmasına olanak vermez”.

Doğal hâkim ilkesi kişiyi yasama ve yürütme organının müdahalesine karşı korumaktadır. Bu ilkeye göre yargılamayı yapacak mahkeme kanunla kurulmalıdır. Yürütme organı mahkeme kuramaz. Yasama organı da kanunla mahkeme kurabilir ama kişi suçun işledikten sonra kurulmuş mahkemede yargılanamaz. Doğal hâkim ilkesi olağanüstü mercilerin kurulmasını yasaklamaktadır, olağan mahkeme ile doğal hâkim ilkesi aynı şeylerdir. Burada değinilmesi gereken bir husus da istisnai mahkemeler ile özel mahkemelerin birbirinden farklı olduğu hususudur. İstisnai mahkemeler, Anayasa’ya uygun mahkeme organizasyonu dışında var olan ve bir veya birkaç somut eylem için kurulan mahkemelerdir. Özel mahkemeler ise, belirli bir fail veya suç kategorisini yargılamak üzere kanunla kurulan mahkemelerdir ve özel mahkemelerin kuruluşu Anayasa açısından uygundur. Özel mahkemelere örnek olarak Askeri mahkemeler, çocuk mahkemeleri ve ticaret mahkemesi gösterilebilir.

Hâkimlere ilişkin işlemlerin genel ve soyut olarak belirlenmesi ve yürümekte olan bir davanın hâkiminin değiştirilmesine yol açacak düzenlemelerin yapılması da kanuni (doğal) hâkim güvencesine aykırıdır.

Mahkemelerin bağımsızlığının önemi dolayısıyla hakimlik teminatları ön görülmüştür.

  1. Masumiyet Karinesi

Anayasa m. 38/4, İHEB m. 11, AİHS m. 6/2 ve MSHS m. 14/2’te açıkça belirtildiği üzere bir kimse suçluluğu hükmen sabit olana kadar suçsuz sayılır. Özel hukukta kişilerin sorumluluğunu içeren karinelere yer verilebilmekte, ispat külfetinin yer değiştirmesi söz konusu olabilmektedir. Ceza Muhakemesi Hukukunda ise kişinin suçluluğuna yönelik her hangi bir karineye yer verilemez. Kişi suçsuz sayılır, suç işlenip işlenmediği ve kim tarafından işlendiğini ispat, iddia makamı ve mahkemeye aittir. Kimse suçsuz olduğunu ispata zorlanamaz.

AİHM içtihatlarına göre “…görevlerini yerine getirirken bir mahkemenin mensupları diğer ilkelerin yanı sıra, sanığın itham edilen suçu işlediği varsayımı ile işe başlamamalıdır; ispat yükü savcıya aittir ve tüm şüpheler sanığın lehine kullanılmalıdır.”(Barbera, Messeque, Jabardo/İspanya). “20.03.2001 tarihli kararında AİHM, “masumiyet karinesi”nin uygulama alanını şu şekilde ortaya koymaktadır: “Sanık için aynı zamanda bir güvence teşkil eden suçsuzluk karinesinin suç davasındaki asıl sonucu ve uygulama alanı, esasında, ispat yükümüne ilişkindir: (bir suç işlendiği) iddiasını, makul şüpheye yer bırakmayacak şekilde ispat iddiacıya(yani suçlayana) aittir. Kural olarak sanık suçsuzluğunu kanıtlamakla yükümlü değildir. İlkenin doğal sonucu, sanığın şüpheden yararlanacağı; iddianın kanıtlanamaması durumunda da davanın beraatla sonuçlanacağıdır. İddianın ispatı sadedinde ciddi bir kanıt başlangıcının bulunmamasına rağmen sanığın olay hakkında açıklamada bulunmaktan kaçınması (susma hakkı) ve başka bazı vakıalardan hareketle suçun sabit görülüp mahkûmiyet kararı verilmesi suçsuzluk karinesinin ihlalidir”.

Masumiyet karinesi sadece yargı makamlarını değil, idari makamlar hatta özel kişileri de kapsar. Örneğin Basın da haber verme özgürlüğü kapsamında hareket ederken masumiyet karinesine aykırı hareket etmemelidir. Bu karine yargılama sırasında olduğu gibi yargılama öncesi ve beraat sonrası da masumiyet karinesi gözetilmelidir.

Soruşturmanın gizli yapılması (CMK m. 157) sebeplerinden biri de kişilerin lekelenmeme hakkının sağlanmasıdır. Bu nedenle, soruşturma evresinde polisin, jandarmanın, savcının aldığı ifadeler, telefon dinleme tutanakları ve diğer deliller basın ve yayın organlarına verilemez. Adliye binası içinde ve dışında adli işlemler sırasında fotoğraf ve film çekilmesinin yasak olması (CMK m. 183) da kişilerin lekelenmeme hakkının korunması için kabul edilmiştir.

Masumiyet karinesi susma hakkı, kişinin kendi aleyhine beyan ve delil vermeye zorlanamayacağı yasağı ile de sıkı sıkıya bağladır. Buna göre kişi kimliğini göstermek ve Ceza Muhakemesi’nde delil elde etme amaçlı kanunen tanınan yetkilere katlanma dışında suçun ortaya çıkarılması hususunda yargı makamlarıyla işbirliği yapmak zorunda değildir. Saunders/İngiltere davasında belirtildiği üzere kan, idrar veya diğer doku örnekleri gibi ya da bir müzekkereye bağlı olarak edinilen bir belge gibi materyallerin kullanılması kendi aleyhine delil ve beyan göstermeye zorlanma yasağının ihlalini teşkil etmez. “Sûkut ikrardandır” ilkesi Ceza Muhakemesi Hukukunda yasaktır, susma asla suçu kabullenme anlamında kabul edilmez. CMK m. 48 de kendi aleyhinde beyanda bulunmaya zorlanamaması ilkesiyle dolayısıyla masumiyet karinesiyle ilgilidir. Bu maddeye göre tanık kendisini ve CMK m. 45/1’de belirtilen yakınlarını ceza kavuşturmasına uğratabilecek nitelikte olan sorulara cevap vermekten kaçınabilir.

Masumiyet karinesinin bir diğer yansıması da şüpheden sanık yararlanır ilkesidir. Bu ilkeye göre hâkim mevcut deliller ve vicdani kanaatine göre karar verirken, mahkumiyet hükmü verebilmesi için suçun sanık tarafından işlendiği hususunda basit bir şüphe yeterli olmaz bu hususta tatmin edici gerekçeleri olması gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin konu ile ilgili 29.01.1980 ve 1979/38 E, 1980/11 K. Sayılı kararında “masumiyet karinesi” şöyle açıklanmaktadır: ‘…Ceza Yargılama Hukukumuzun ilke olarak benimsediği “masumluk karinesi” sanık için vazgeçilmez bir “hak”tır. Bu hak, sanığın, hükümlülük kararı verilinceye kadar suçsuz sayılmasını gerektirmektedir…’ Yasasız suç ve ceza, yargılamasız hükümlülük ve savunmasız yargılamanın düşünülememesi, suçluluk savlarının kanıtlanması  zorunluluğu, şüphenin sanık aleyhine yorumlanamaması ve kuşkulu durumlardan sanığın yararlandırılmasının gerekliliği ilkeleri ve ‘vicdani delil’ sistemi ile bütünleşen ‘masumluk karinesi’ çağdaş bir nitelik kazanmaktadır. ‘Masumluk karinesi’ yerine ‘suçluluk karinesi’nin kabulü ise, sanığın suçsuz olduğu kanıtlanmadıkça suçlu sayılmasına neden olacak, suçsuzluğunu kanıtlayamama kaygısı ve suçlayan organın keyfi ya da yersiz ve yetersiz suçlamaları, suçsuz insanı, sürekli olarak korku ve güvensizlik duygusu içinde bırakacaktır…’

[1] ‘Mahkeme, Sözleşme’nin 6/1 maddesi bakımından bir mahkemenin ‘bağımsız’ olup olmadığı incelenirken, üyelerinin atanma biçimi ve görev süreleri, dıştan gelecek baskılara karşı mevcut güvencelerin olup olmadığı ve bir bağımsızlık görüntüsü verip vermediğine bakılması gerektiğini tekrarlar. Bkz. 25 Şubat 1997 tarihli Findlay- İngiltere Kararı, Raporlar 1997-1, s.281, §73).’

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir